1915 olaylarıyla ilgili ‘soykırım’ nitelemesi uluslararası hukukla çelişiyor

Ermenilerin, büyük tahribat yaratan Birinci Dünya Savaşı’nın zor koşulları altında ayakta durmaya çalışan Osmanlı Devleti’nin kendilerine yönelik “soykırım” uyguladığı iddiaları, 1915’ten çok sonra, 1960’lı yıllarda ortaya çıkmaya başladı.

Sovyetler Birliği ve Batılı ülkelerin desteğiyle özellikle Ermeni diasporasının yürüttüğü organize bir propaganda kampanyasıyla bu yıllarda Ermeniler, 1915’te yerlerinin değiştirilmesine neden olan şiddet eylemleri ve silahlı isyanlarını yok sayarcasına Osmanlı’nın kendilerine yönelik “soykırım” suçu işlediği söylemini yaymaya başladı.

Moskova, Kars ve Lozan Barış Antlaşması

Ermenistan’ın Sovyetler Birliği tarafından ilhakının ardından 1921 yılında imzalanan Moskova Antlaşması, Misakımilli sınırlarını onayladı ve Nahçivan’a özel statü verdi. Halen yürürlükte olan bu antlaşmaya ilaveten, yine aynı yıl Türkiye ile Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Arasında Dostluk Antlaşması (Kars Antlaşması) imzalandı.

Özellikle Kars Antlaşması’nın 15. maddesi, taraflar arasında savaş nedeniyle işlenen cinayet ve cürümler için “tam bir genel af” ilan etmesi nedeniyle büyük önem taşıyor.

1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nda da tüm taraf devletlerin “1 Ağustos 1914 ve 6 Haziran 1924 tarihi arasındaki süre içinde savaş eylemleri, el koyma, müsadere veya kullanım önlemleri yüzünden doğan, kayıp, zarar ve ziyanlar nedeniyle her türlü tazminat taleplerinden, karşılıklı olarak vazgeçmişlerdir” maddesi de savaş dönemini sonlandıran hukuki çerçevenin temelini oluşturuyor.

“Soykırım Sözleşmesi”

Bazı Ermeni çevrelerin 1960’lı yıllarda “soykırım” söylemini gündeme getirmesindeki temel neden, 1948 tarihli BM Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nden faydalanma çabası olarak değerlendiriliyor.

Soykırım hukukunun temelini oluşturan ve 1951’de yürürlüğe giren uluslararası anlaşma niteliğindeki sözleşme, bir ceza kanunu niteliği taşımıyor.

Sözleşme, taraf ülkelerin soykırım suçunu ulusal mevzuatlarında suç saymalarını gerektiriyor ve işlenen suçları kovuşturma yükümlülüğünü getiriyor.

Türkiye’nin 1950’de onayladığı sözleşme uyarınca devletler savaş ya da barış zamanında işlenen soykırımın uluslararası hukuka göre suç olduğunu kabul ediyor.

Sözleşme, temel olarak “gelecekte soykırım faaliyetlerini” engellemeyi hedeflemekle beraber, yürürlük tarihinden önce gerçekleşmiş olaylar sözleşmenin uygulama alanı dışında kalıyor.

Soykırım suçunu tanımlamak için sözleşmenin 2. maddesi şu hususları içeriyor:

“Ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur: a) Gruba mensup olanların öldürülmesi b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.”

Sözleşmede soykırım tanımını koymak için “kasıt ve saik” ifadeleri de önemli rol oynuyor. Soykırım denmesi için soykırım eyleminin ulusal, etnik, ırksal veya dinsel gruptan birini “kısmen ya da tamamen yok etme iradesiyle” işlenmesi gerekiyor.

Diğer taraftan, suçun saiki ya da amacının tespiti önem taşıyor. Dört gruptan birini, “başkaca bir neden olmadan, sadece o grup olması nedeniyle yok etme amacı” taşıyan eylemler soykırım olarak tanımlanabiliyor.

Hukuki boyuttan yoksun Ermeni iddiaları

Osmanlı’nın “soykırım” yapmak istediğine yönelik kasıt, plan, örgütlenme ya da açık beyanatı bulunmadığı için, Ermeniler iddialarını 2. maddenin “Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek” fıkrasına dayandırmaya çalışıyor.

Ermeni iddialarının savunucuları, Osmanlı Devleti’nin 1915 Sevk ve İskan Kanunu çerçevesinde savaş bölgesindeki ve ikmal yollarındaki Ermenilerin sevk ve iskana tabi tutulması kararıyla “Ermenileri yok edecek şartlar dayattığı” tezini öne sürüyor.

Ancak savaş koşulları sırasında hızlı bir şekilde tehcir kararını onaylan dönemin İçişleri Bakanı Talat Paşa’nın, gerekli yasayı çıkardığında “sevk sırasında istirahat, can ve mal güvenliklerinin temini, göç ödeneğinden gıdaların sağlanması, iskan için gerekli arazi tahsisi, konut inşası, geride bırakılan değerlerin bedelinin ödenmesi” gibi detaylara yer verdiği görülüyor. Bununla beraber arşivlere yansıyan birçok düzenleme de Osmanlı’nın sevk sırasında zayiatı asgari düzeye düşürmek için tedbir almaya çalıştığına işaret ediyor.

Öte yandan, hayat kaybının önemli bir bölümünün Ermeni konvoyları korumak için yetersiz asker sayısı, iklim koşulları, gıda tedarik sıkıntısı ve salgın hastalıklar gibi doğal nedenlerle gerçekleştiği görülüyor.

Aynı zamanda, dönemin hükümetinin, sevk sırasında Ermenilere saldıran ya da görevini yerine getirmeyen ya da yetkilerini kötüye kullanan kişileri yargılaması da hükümetin kasıtlı olarak “Ermenileri yok edecek şartlar dayattığı” tezini açık bir şekilde çürütüyor.

Sözleşmenin “kısmen veya tamamen” ibaresi açısından değerlendirildiğinde ise Osmanlı’nın güvenlik nedeniyle sevk ve iskan kararını aldığını, sadece savaş bölgesindeki ve ikmal yollarındaki Ermenileri sevk ettiği görülüyor. Karardan üç büyük vilayet, İstanbul, Edirne ve İzmir’deki Ermenilerin muaf tutulması, Osmanlı’nın “bir grubu ortadan kaldırmayı” amaçlamadığını gösteriyor.

“Saik” açısından bakıldığında ise sözleşmedeki “dört gruptan birini, başkaca bir neden olmadan, sadece o grup olması nedeniyle yok etme amacı” ifadesinin ele alınması gerekiyor. Bu çerçevede, soykırım tanımlaması için “ırkçı nefretle” hareket edilmesi ve başka bir saik bulunmaması gerekiyor.

Ermeniler, bu dönemde siyasi hedeflerini gerçekleştirmek için başvurdukları şiddet ve isyanı yok sayarak, kendilerinin ırkçı saikle “etnik grup” olduğu için yok edildiğini savunuyor. Esasen tarihi gerçekler, Ermenilerin sözleşmedeki dört gruptan biri olmadığını ve “siyasi grup” olarak hareket ettiğini gösteriyor.

Osmanlı’da “millet-i sadıka” olarak adlandırılan ve büyükelçi ile dışişleri bakanı dahil en üst kademelerde görev alan Ermenilere karşı ırkçı bir tutum bulunmadığı gözlemleniyor. Osmanlı’nın ırkçı nefret yerine bağımsızlık hedefine ulaşmak için isyan çıkaran, düşman ordusuyla iş birliği yapan ve savunmasız Müslüman halkına saldıran Ermenileri tehcir etme kararı aldığı görülüyor.

Uluslararası mahkeme kararı

Sözleşme uyarınca bir olayın soykırım olarak tanımlanabilmesi için aynı zamanda yetkili bir uluslararası mahkemenin kararı gerekiyor.

1915 olaylarını “soykırım” olarak tanımlayan herhangi bir uluslararası ceza mahkemesi kararı ise bulunmuyor.

Aksine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (2013, 2015, 2017), Fransa Anayasa Konseyi (2012, 2016, 2017) ve bu yıl Belçika Anayasa Mahkemesinin verdiği kararlar, 1915 olaylarının “soykırım” kapsamına girmediğine hükmediyor.

Tüm bu hususlar göz önünde bulundurulduğunda, 1915 olaylarını “soykırım” olarak nitelendirme kararının esasen uluslararası hukuk kurallarını ihlal ettiğine işaret ediyor.

Anadolu Ajansı. Referans bağlantısı here.