Bajau halkı, yüzyıllar boyunca zıpkınla balık avlayarak ve kabuklu deniz ürünleri toplayarak geçimlerini sağladı. Kopenhag Üniversitesi’nden Melissa Ilardo’nun öncülük ettiği araştırmaya göre, bu yaşam tarzı kabile üyelerinin genetik yapısında önemli değişikliklere yol açtı. Ilardo, “Muhtemelen binlerce yıldır yüzen evlerde yaşıyorlar, Güneydoğu Asya sularında seyahat ediyor ve sadece ara sıra karayı ziyaret ediyorlar. İhtiyaç duydukları her şeyi denizden karşılıyorlar” dedi.
Su altında uzun süre kalma yeteneği
Bajau halkı, her gün sekiz saat boyunca su altında çalışarak zamanlarının yaklaşık yüzde 60’ını denizde geçiriyor. İlardo, “Dalış sırasında kalp atış hızınız yavaşlar, kan damarları küçülür ve son olarak dalak kasılır. Dalak, oksijenli kırmızı kan hücreleri için bir rezervuardır ve bu nedenle kasıldığında size oksijen takviyesi sağlar,” diye ekledi.
Genetik farklılıklar ve dalak boyutu
Bilim insanları, Bajau halkının dalaklarının, dalışla uğraşmayan komşu köy halkına kıyasla yüzde 50 daha büyük olduğunu keşfetti. Kaliforniya Üniversitesi’nden Profesör Rasmus Nielsen’in yürüttüğü genetik harita çalışmaları, PDE10A geninin Bajau’ların dalak boyutuyla ilişkili olduğunu ortaya koydu. Bu genin, farelerde dalak büyüklüğünü kontrol eden bir tiroid hormonunu düzenlediği de biliniyor.
Kültürleri Batılı yöntemler nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya
Bajau kabilesinin yaşlı lideri Santarawi Lalisan, kültürlerinin Batılı yöntemler nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtti. Lalisan, “Buraya çok fazla plastik geldi, çünkü burada artık kağıt yerine plastik kullanıyorlar. Bu geçmişte böyle değildi. Artık deniz plastikle dolu ve bu da kabilenin yoluna devam etmesini zorlaştırıyor,” diyerek endişelerini dile getirdi.
Bajau halkının genetik yapısı, onların denizle iç içe yaşama uyum sağlamasını ve su altında daha uzun süre kalabilmesini mümkün kılıyor. Ancak, modern dünyanın getirdiği çevresel tehditler ve kültürel değişimler, bu benzersiz yaşam tarzını tehlikeye atıyor. Bu keşif, insan genetiğinin çevresel koşullara nasıl adapte olabileceğini gözler önüne sererken, aynı zamanda korunması gereken bir kültürel mirası da işaret ediyor.