MHP Genel Sekreter Yardımcısı ve Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarası Hukuk Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Bahadır Bumin Özarslan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, İsrail’in gerek devlet olma aşamasında, gerek bağımsızlığını ilan ettiği 14 Mayıs 1948’den bu yana uluslararası hukuka aykırılıklarının sürekli gündemde olduğunu belirtti.
Özarslan, BM Genel Kurulu’nun 1947’de aldığı 181 sayılı kararla bir taksim yapıldığını, o tarih itibarıyla Filistin’in Arap Devleti, Yahudi Devleti ve Kudüs olarak üçe ayrılmasının, Kudüs’ün uluslararası bir statüye sahip olmasının kararlaştırıldığını ancak bu kararın hiçbir zaman İsrail tarafından kabul edilmediğini hatırlattı.
181 sayılı kararın bağlayıcı olmadığını ancak daha sonra pek çok BM Güvenlik Konseyi’nin bağlayıcı kararının birebir metnini oluşturduğunu kaydeden Özarslan, İsrail’in Arap-İsrail savaşları neticesinde topraklarını, bu karara rağmen üç kat arttırdığını belirtti.
Özarslan, BM kararlarına göre, Kudüs’ün, Doğu ve Batı Kudüs şeklinde ikiye ayrılması gerektiğine işaret ederek şöyle konuştu:
“İsrail kendisinde kalan Batı Kudüs’ün dışında Doğu Kudüs’ü de zaman içerisinde ilhak etti. Tek taraflı olarak müdahale etti. Ayrıca başkenti olarak ilan etti. Doğu Kudüs’ün Batı Kudüs ile birleştirilmesi ve Kudüs’ün bir bütün halinde İsrail devletinin başkenti olarak ilan edilmesi ve yakın dönemde ABD’nin tanımasına giden süreç aslında 1917 Balfour Deklarasyonu ile başlayan İsrail’in bağımsızlığını ilan ettiği 1948’den bu güne gelen süreçtir.”
İsrail’in bölgede yaptıklarının uluslararası hukukta “devlet terörizmi” olarak nitelendirilebileceğini vurgulayan Özarslan, “Devlet terörizmi dediğimiz kavram bir devletin gerek vatandaşlarına yönelik, gerekse vatandaşı olmamakla birlikte etkin denetimi, kontrolü altındaki bölgelerde yaşayan kişilere karşı sistematik yıldırma, baskı, tutuklama, öldürme ve benzeri pek çok insan hakları ve insancıl hukuk kurallarının ihlaline yönelik uygulamalarıdır. İsrail devleti bunu başta Gazze ve Batı Şeria olmak üzere pek çok yerde uygulamıştır. Bugün de yaptığı bu uygulamalar tam da ‘devlet terörizmi’ kapsamına girmektedir.” değerlendirmesinde bulundu.
“Bütün uluslararası insan hakları belgelerine aykırı”
Özarslan, İsrail’in yaptıklarının uluslararası hukuktaki temel bütün insan hakları belgelerine aykırı olduğuna dikkati çekerek sözlerini şöyle sürdürdü:
“İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden başlayarak bundan sonraki bağlayıcı birçok hukuk metni ihlal edilmektedir. Ne yapılabilir noktasında, uluslararası hukukta iç hukuktan farklı olarak zorunlu yargı sistemi yoktur. Tarafların yargı yetkisini kabul ettiği mahkemeler ve hakem heyetleri devreye girebilir. İsrail’in Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne taraf olduğunu biliyoruz. Bu sözleşmeye göre devletler sorumlu tutulabilirler. Devletler aleyhine Uluslararası Adalet Divanına başvuru yapılabilir. Sözleşmeye dahil olan herhangi bir devlet soykırımla ilgili başvurabilir.”
İsrail’in devlet politikasındaki eylemlerinin pek çoğunu silahlı olarak ordu ve kolluk güçleri aracılığıyla gerçekleştirdiğini ifade eden Özarslan, “Bu durumda gerek 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri, gerek bu sözleşmelere ek 1977 tarihli iki protokolü kapsamında baktığımızda ‘insancıl hukuk kurulları’ veya ‘silahlı çatışma hukuku kuralları’ açısından baktığımızda pek çok ihlal söz konusudur.” diye konuştu.
UCM’ye başvuru yapılabilir
İsrail’in Uluslararası Ceza Mahkemesine (UCM) de taraf olduğunu vurgulayan Özarslan, şu değerlendirmeyi yaptı:
“Roma Statüsü olarak bilinen bu sözleşmeye İsrail imza atmıştır, henüz onaylamış değildir ama devletlerin onaylamadıkları ancak imza attıkları sözleşmelere ahde vefa yükümlülüğü çerçevesinde uyma yükümlülüğü söz konusudur. UCM’ye, bu eylemleri gerçekleştiren kişiler ve kişilere emri veren resmi görevliler aleyhine başvuru söz konusu olabilir. UCM’de devletler değil de gerçek kişiler yargılanabilmektedir.”
UCM’ye Filistin’in 2015’ten bu yana her ay düzenli başvurduğunu anımsatan Özarslan, “UCM savcılığı nezdinde de açılan birtakım soruşturmalar var. Bunların süratle davaya dönüşmesi önemlidir. Bunu Filistin’in tek başına yapamayacağı ortadadır. Bu noktada da İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) bizim aklımıza geliyor. Ama İİT da bu süreçte de daha önceki süreçte de bu sınavı yeterince verememiştir. Bu noktada yine Türkiye’nin ön alması daha doğru olacaktır.” şeklinde konuştu.
İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarına karşı, Türkiye’nin BM’de attığı adımların akamete uğratıldığını kaydeden Özarslan, “Şimdi aynı şeyin olması muhtemeldir ama girişimde bulunmak gerekir. Bu girişim yeterli olmazsa Genel Kurulda karar çıkartmak bakımından Türkiye etkin bir rol oynayabilir. Ve Türkiye bu rolüyle aslında gerek İslam aleminin gerekse de yeterince etkin olmayan İİT’nın itibarını da kurtarmaktadır.” ifadelerini kullandı.