TBMM Başkanı Mustafa Şentop, 10 Aralık İnsan Hakları Günü dolasıyla Meclis’te gerçekleştirilen “Avrupa’da İslamofobi: Problemler, Yaklaşımlar, Çözümler” başlıklı panelin açılışında konuştu.
10 Aralık tarihinin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünün 73. yıl dönümü olduğunu anımsatan Şentop, bu yıl dönümü dolayısıyla TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu ile programlar gerçekleştirdiklerini ve bu çerçevede yapılan programların faydalı olduğunu düşündüğünü kaydetti.
Şentop, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 10 Aralık 1948’de kabul edildiğini hatırlatarak, bunun İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra olduğunu dile getirdi.
Bu savaşta yaklaşık 100 milyona yakın insanın öldüğünü, Birinci Dünya Savaşı’nın da Avrupa’nın kendi içinde savaştığı, ekonomilerini, şehirlerini, evlerini tahrip ettiği bir dönem olduğunu anlatan Şentop, Birinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin yüzde 95’inin asker, İkinci Dünya Savaşı’nda ise ölenlerin yüzde 33’ünün asker, yüzde 67’sinin sivil olduğunu aktardı.
İnsan hakkı konusunun, başta yaşama hakkı olmak üzere İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hukukçuların, siyasetçilerin en önemli konusu haline geldiğini belirten Şentop, Batı’nın da bundan sonra adımlar attığını söyledi.
Şentop, “insan” kelimesinin bizim kültürümüzde, inancımızda mevcut olduğunu ifade ederek, Batı medeniyetinde “insan” anlamında kullanılan “human” kelimesine literatürde 1680’li yıllarda rastlandığını dile getirdi. Şentop, o zamana kadar Batılıların sadece kadın-erkek ayrımı yaptığını, ikisini birlikte ifade edecekleri bir kelimeleri bulunmadığını söyledi.
“İnsan dediklerinde Batı’daki siyasetçilerin, akademisyenlerin gerçekten bizim anladığımız gibi bir insanı mı kastettiklerine dair soru işareti var kafamda.” diyen Şentop, Hristiyan-Yahudi, beyaz Avrupalı değilse, Müslümansa veya farklı bir dine mensupsa insan haklarıyla ilgili yaklaşımda sorunlar ortaya çıktığını kaydetti.
Avrupalıların bencil yaklaşımının tezahürüyle, Avrupa’da ortaya çıkan ve kendilerinin ahlaken, hukuken doğru buldukları ve nitelendirme yaptıkları hususların evrensel olduğuna inandıklarını belirten Şentop, “İnsan deyince dünyada Adem’in Havva’nın çocukları insanı, kuşatıcı şekilde, içeriğini bu şekilde dolduracak bir kelime olarak anlayamıyorlar ilk planda.” diye konuştu.
Din özgürlüğü konusunda, haç takmanın Hristiyanlar açısından sevap olabileceğini ancak dini bir gereklilik olmadığını dile getiren Şentop, “Ama başörtüsü öyle değil.” dedi. Şentop, “din” kelimesini somutlaştırırken herkesin kendi kültürünün birikimiyle meseleye baktığını ancak bunu aşmak gerektiğini vurguladı.
İnsan haklarıyla ilgili yaklaşımın Avrupa-Batı sınırları dışına çıkıldığında, hukuk meselesi olmaktan uzaklaşıp siyasi meseleye dönüştüğünü anlatan Şentop, “Avrupa dışındaki ülkelerdeki insan hakları dediklerinde anladıkları şey siyaseten sorun teşkil eden kişilerin ve grupların hakları gibi anlıyorlar. Çoğunluğun hakları gibi anlamıyorlar. Nerede bir sorunlu husus, kişi, topluluk veya konu varsa onun üzerine, büyüterek yaklaşıyorlar.” değerlendirmesinde bulundu.
“Küresel egemenlik için lazım olan şey küresel terördü”
Şentop, 1991’den, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından itibaren, Afganistan’daki gelişmeler, Taliban’ın güçlenmesi ve 11 Eylül 2001’den sonra dünyanın gündemine “İslamofobi”nin girdiğini söyledi.
Bu ifadenin onların bakışı olduğunu, kullanmamak gerektiğini anlatan Şentop, İslam düşmanlığı meselesinin küresel egemenlik idealiyle ortaya çıktığını bildirdi.
Şentop, küresel terörle mücadelenin küresel egemenliği meşrulaştıracağını ve İslamofobinin bunun en önemli malzemesi olduğunu belirterek, “Küresel egemenlik için lazım olan şey küresel terördü.” dedi.
İstanbul’da 2003’te, 2004’te Madrid’de, 2005’te Londra’da terör olaylarının gerçekleştiğini ve Avrupa’da “Müslüman kıyafetindeki” tiplerin karikatürize edilerek anlatılmaya başlandığını ifade eden Şentop, özel olarak icat edilmiş, var edilmiş bir Müslüman terörist modeli var olduğunu dile getirdi. Şentop, şunları söyledi:
“Uluslararası terörizmin başta El-Kaide ve DEAŞ olmak üzere esasen Batı ülkeleri, onların istihbarat örgütleri tarafından var edilmiş ve desteklenen yapılar olduğu kanaatindeyim. Adamın biri geliyor Asya’nın bilmem neresinden, Avrupa’ya geçiyor, Amerika’ya gidiyor, Suriye-Irak’a geliyor. Sıradan bir vatandaşın ve çok sayıda insanın bu kadar kolay dolaşımının olabilmesi mümkün değil. Bu bir müsamaha ister. Bedava değil bu işler, parayla oluyor. Paranın sirkülasyonu var, silah var. Dolayısıyla böyle bir uluslararası terör örgütünün var olabilmesi, yürüyebilmesi, faaliyet gösterebilmesi için uluslararası müsamaha olması lazım, göz yumma olması lazım. Bunu da yapabilecek olan Batılı ülkelerin istihbarat örgütleridir. Bunlar çıkıyor mı, çıktı? Mesela Lafarge ile ilgili, DAEŞ’e yardımına, bunun da hükümetin bilgisi dahilinde olduğuna dair bir soruşturma yürütülüyor. Hukuki boyuta çevrildi mesele. Bu birtakım itiraflarla tesadüfi olarak çıkmış bir şey.
İslamofobiyi oluşturabilmek için Batı’da, Müslümanların yaptığı bir terör tablosu ortaya koymak lazımdı. Bu kendiliğinden ortaya çıkmıyor böyle bir şey, İslam buna zaten müsaade etmiyor. Normal Müslümanların böyle bir şey yapması mümkün değil. Onun için bunlar Müslüman terörist modeli icat ettiler ve bunu destekleyecek şekilde parasal, askeri anlamda, dolaşımını kolaylaştıracak şekilde çalışmalar içine girildi. Dolasıyla uluslararası terörün aslında hamisi İslamofobiyi icat eden Batılılar.”
Şentop, ideolojik yaklaşımları, arızalı paradigmaları bir kenara bırakıp dünyadaki bütün insanların, evlerinde huzur içinde terörden, anarşiden uzak şekilde, asgari insani-ekonomik şartlarda yaşayacak bir ortamı temin etmek gerektiğini söyledi.
“11 Eylül saldırılarından sonra İslam’la terör arasında ilişki kuruldu”
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Hakan Çavuşoğlu da 11 Eylül saldırılarından sonra İslam’la terör arasında kurgusal ve dayatmacı ilişki kurulduğunu, kurulan bu ilişki nedeniyle Avrupa ve ABD’de yaşayan Müslümanların vatandaşlık kimliği edinmelerinin zorlaştığını söyledi.
İslami tercih ve değerlerini kamusal alana taşıyan Müslümanların bir tehdit olarak görüldüğünü vurgulayan Çavuşoğlu, bunun sonucunda da devlet, siyaset, medya, yargı ve toplum ayaklarında Müslümanlara dönük olarak ayırımcı politikaların yaygınlık kazanmaya başladığını belirtti.
İslamofobik politikaların hem geleneksel hem de sosyal medyadaki karşılığının süreklilik gösteren bir “nefret söylemi” olduğuna dikkati çeken Çavuşoğlu, İslamofobik nefret söyleminin şiddete dönüşmesi sonucu en son 15 Mart 2019’da cuma namazı sırasında 51 Müslüman’ın katledildiğini anımsattı.
Çavuşoğlu, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Müslümanları ya da İslam’ı kategorik olarak kaba, cahil, yabancı, öteki ve şiddete meyilli olarak tasvir eden ifadeler açıkça nefret söylemidir ve ifade hürriyeti parantezine alınamaz. Avrupa’da İslamofobinin bir günlük hayat olgusu haline gelmesi, burada yaşayan vatandaşlarımızla diğer Müslümanların hayatlarını giderek bir cendere içine Avrupa üzerinde dolaşan İslamofobi hayaletinin ürettiği tehdidi abartmıyoruz ama bazılarının yaptığı gibi göz ardı da etmiyoruz. Temel insan haklarının Müslümanlar söz konusu olunca hiçe sayılmasına itiraz ediyoruz.”
Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Başkanı Prof. Dr. Muharrem Kılıç ise 11 Eylül sonrası İslamofobi nedeniyle Müslümanlara ve İslam’a karşı oluşturulan kötü düşüncenin etkisinin bütün İslam coğrafyalarında kan ve gözyaşı olarak yaşandığını ifade etti.
11 Eylül saldırıları sonrası İslamofobi konusunda yaşanan bir olayı aktararak, “Kitlesel nefret şiddeti, ayrım gözetmeksizin bütün kitlesel bir yıkıma, bütün kitlesel imha hareketine dönüşüyor.” dedi.
İslamofobinin Avrupa’nın değerlerinin ve insanlığın bütün müktesebatının dışa vurumu olduğunu dile getiren Kılıç, İslamofobinin bir ideolojik tutum olduğunu, ırkçılığa ve ağır şiddet vakalarına dönüştüğünü belirtti.